Malum ve
maruf hikayedir ama, bir kere de biz anlatalım.
Ağa tarlasının tapanının ne sayısını bilirmiş, ne de
sınırını. Bir sabah kendi at sırtında önde, kahyası
bir katırın sırtında arkada koyulmuşlar yola.
Bir süre sonra ağa sormuş: “ kahya buralar kimin ?”
“Aman ağam “ demiş kahya “ sorulur mu, elbet
sizindir.”
Az gitmişler, uz gitmişler, masallardaki gibi dere
tepe düz gitmişler ve ağa gene sormuş “ buralar kimin
“ diye. Ve kahya gene cevaplamış “ sizindir “ diye.
Bir, üç, beş; her seferinde aynı soru, her seferinde
aynı cevap. Sıkılmış olsa gerek ki ağa soruyu
değiştirmiş sonunda:”Peki, kahya senin malın mülkün,
tarlan tapanın nerede?”
Kahya kızarmış, bozarmış,ıkınmış sıkınmış ve sonunda “
aman estağfurullah ağam, bize mal ne gerek, mülk ne
gerek;sayende gül gibi geçinip gideriz “ deyivermiş.
Hani “ ağalık vermekle, yiğitlik vurmakla “ derler ya,
bizim ağa durur mu “ kahya 100 dönüm toprak versem
ister misin “ diye sorar damdan düşer gibi.
Kahya şaşkındır, kendini çabuk toparlar “ aman ağa
Allah razı olsun, gerçi mal da sana yakışır, mülk de
ama, verirsen de yok demem hani, ahir ömrümüzde bizim
de bir mülkümüz olsa iyi olur “ der.
Ağa bakar, yol kenarında bir inek pisliği. Der ki: “
öyle bedavadan mal sahibi olmak yok, hele şunun
yarısını ye bakalım.” Kahya kıvranır, yalvarır
yakarır, ama sonunda çaresiz pisliğin yarısını yer ve
yüz dönüm arazinin sahibi olur.
Ne ağanın toprağı biter, ne de yolun sonu gelir. Git
babam giderler.
Giderler ama ikisinin de içi içini yer. Ağa “ ulan
suyu mu çıktıydı yüz dönüm tarlanın, ne halt ettim de
verdim kahyaya “ diye kahırlanırken kahya da başka
sıkıntıların pençesinde kıvranır dururmuş. “ Bu güne
kadar ağanın tarlasını ektim biçtim, ağanın evinde
yattım kalktım.Ne karışanım oldu, ne görüşenim, ne
tohumluk derdim oldu, ne borcum harcım. Şimdi bir ev
lazım,
bir ahır, çift öküz, bir at, sap saman, tohumluk
mohumluk...Uffff... Nereden sardım bu sıkıntıyı
başıma?... Kahya olmak ağa olmaktan daha rahatmış
galiba...Netsem neylesem de şu sıkıntıdan
kurtulsam...”
Dönüş yolunda tam da yarım inek pisliğinin yanında
kahya damdan düşer gibi sormuş “ ağam gerçi uçsuz
bucaksız tarlaların, sayısız atların, hadsiz hesapsız
sürülerin var, hiçbir şeye ihtiyacın yok ama bir yüz
dönüm daha tarlan olsa istemez misin?”
Ağanın gözleri parlamış “ ulan kahya, kim istemez ki “
deyivermiş.Kahya yarım inek pisliğini göstermiş “ hele
ye şunu ağam, hele ye de benim yüz dönüm tarlayı sana
vereyim...”
Ağalık mağalık kar etmemiş, o da -çaresiz- pisliğin
kalan yarısını yemiş.
Akşam üzeri tam konağın kapısından girecekleri sıra
ağa sormuş kahyasına:
“Ulan kahya sabah yola çıkarken benim ne kadar
toprağım vardı, senin ne kadar?”
Kahya ellerini ovuştura ovuştura cevap verir: “ Sen
ağamın derya deniz tarlası tapanı vardı, ben kölenin
ise ne malı ne de mülkü.”
Ağa bir daha sorar: “ Peki şimdi geri döndüğümüzde
değişen bir şey var mı ? “
Kahya “ tövbe ağam, ne oldu ki ne değişe, gene derya
deniz senindir, ben kölene gelince mal ne gerekir,
mülk ne gerekir, sen sağ ol yeter “ der.
Bu cevap üzerine ağa bir sağına bakar bir soluna ve
kimsenin olmadığına, kimsenin duymadığına emin olunca
biraz yorgun, biraz pişman bir sesle son sorusunu
sorar : “ Peki değişen bir şey yoksa ve dahi
olmayacaksa biz o pisliği niye yedik ki ?”
Birleşmeler, ayrılmalar, yeniden birleşip yeniden
ayrılmalar...Elde sıfırla başlayıp elde sıfırla biten
bütünleşme çabaları, daha doğrusu
gösterileri...Oyalanan insanlar, yitirilen zamanlar ve
hepsinden de önemlisi tüketilen umutlar...Siyaset
sahnesindeki bu boş ve çoğu sahte gösterileri izlerken
bu hikaye aklıma gelir.
Ve “ madem yeniden birleşmek için kapı kapı dolaşacak
yalvarıp
yakaracaktınız niye ayrıldınız “ sorusu gelir dilimin
ucuna.
Sorsam mı ? Yahut da siz sorar mısınız ?
Sormak için 3 Kasım uygun bir tarih olabilir mi, ne
dersiniz? |